Sayfalar

25 Ocak 2016 Pazartesi

Alevi örgütleri temsilcileri: Açılım adı altında “kendi Alevilerini” yaratmaya çalışıyorlar

Hacı Bektaş Veli Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi Vedat Kara, Alevi Vakıflar Federasyonu Başkanı Doğan Bermek, Okmeydanı Cemevi Dedesi Eren Yıldırım ve Hubyar Sultan Alevi Kültür Derneği Başkanı Aydın Deniz, Alevi açılım tartışmalarını ve Alevilerin yaşadığı problemleri anlattı. Alevi örgütlerinin liderleri, en büyük sorunun cemevlerinin ibadethane statüsünde olmaması ve devletin yozlaştırma politikası olduğunu söyledi.

Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) tarafından gündeme getirilen Alevi açılımı çalışmaları, 2007 yılındaki AKP danışma kurulu toplantısının ardından hız kazanmıştı. 2008’den itibaren hükümet yetkilileri ile bazı Alevi örgütlerinin temsilcileri toplantılarda bir araya gelmişti. Son olarak 1 Kasım 2015 genel seçimlerinin ardından Başbakan Ahmet Davutoğlu, Alevilerin hakları konusunda çalışmalara başlayacaklarını öne sürdü. Alevi açılımı için vaatler arasında şunlar vardı: Cemevlerine hukuki statü tanınması, cemevlerinin yapımı için arsa sağlanması, elektrik, su masraflarının karşılanması, her cemevine iki personel ve dedeler için maaş ödenmesi. Ancak vaatlerin hayata geçirilmesi konusunda somut bir adım atılmadığı gibi, Alevilerin üzerindeki baskılar gün geçtikçe artıyor. Konuyla ilgili Hacı Bektaş Veli Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi Vedat Kara, Alevi Vakıflar Federasyonu Başkanı Doğan Bermek, Okmeydanı Cemevi Dedesi Eren Yıldırım ve Hubyar Sultan Alevi Kültür Derneği Başkanı Aydın Deniz ile konuştuk.

"Devlet bizim inancımızı tanımıyor"

Hacı Bektaş Veli Vakfı yöneticisi Vedat Kara'ya Alevilerin ve Cemevlerinin yaşadığı problemleri soruyoruz. Kara, Aleviliğin diğer inançlardan farklı bir ibadet ritüeli olduğunu belirterek şunları söylüyor: "Aleviler için ibadet cemdir. Dede tarafından yönetilir, kadın erkek beraber ibadet eder, deyişler, semah ve dara durmak vardır. Devlet bizim inancımızı tanımıyor. İbadethanemizin cemevi olduğunu kabul ettirmeye çalışıyoruz ve bunun mücadelesini veriyoruz. En önemli sorun cemevinin bir ibadethane olarak tanınmıyor olması." Peki Alevi açılımı gündeme geldiğinde neler oldu? İlk Alevi çalıştayına bütün Alevi kurumlarının katıldığını belirten Kara, "İkinci toplantıda AKP’nin aslında kendi Alevi'sini yaratmak istediğini gördük" diyor. Kara, biraz sesini yükselterek devam ediyor "Bizim istediğimiz gibi olursanız sizi kabul ederiz diyorlar. Biz onların Alevileşmesini istemiyoruz, onlar da bizim Sünnileşmemizi istemesinler. Hepimizin ibadethanesinin camii olduğunu söylüyorlar. Eğer orada saz çalmamıza, cem yapmamıza izin vereceklerse biz ibadetimizi camiide de yaparız." Yakın vadede bir çözüm görmediğini ifade eden Kara, AKP'nin uzun süredir mezhepçi bir politika izleyerek Alevi'yi ve Sünni'yi ayrıştırdığını dile getiriyor.

Kara, Gezi'den beri AKP'nin baskıcı politikasının sokağa yansıdığını, onlarca gencin hayatını kaybettiğini ve çoğunun Alevi olduğunu vurguluyor. Kara'ya Okmeydanı Cemevi bahçesinde öldürülen Uğur Kurt'u hatırlatıyoruz. Derin bir nefes alıyor ve şöyle diyor: "Bu, devletin Alevilere nasıl bir öfkeyle, nefretle baktığının göstergesi. Bu aynı zamanda nefret suçu. Bunun en bariz örneği de Uğur Kurt. Adam orada cenazesini Hakk'a uğurluyor. Cemevinin bahçesinde, hiçbir eylemle ilgisi olmayan Kurt'u sen orada kafasına nişan alıyorsun ve öldürüyorsun." Kara, son olarak bu korkutmaya çalışmaların Alevileri yıldırmayacağının altını çiziyor.

“AİHM kararlarına uyulmuyor”

Cemevlerinde her perşembe cem yapılıyor.
Alevi Vakıflar Federasyonu başkanlığı görevini yürüten Doğan Bermek sözlerine 2003 yılında 630 Alevi kuruluşuyla bir araya geldiklerine ve 6 maddede Alevilerin sorunlarını özetlediklerine değinerek başlıyor. Bunların neler olduğunu sorduğumuzda sıralıyor: "Birincisi cemevleri bizim ibadet ettiğimiz yerlerdir. İkincisi, devlet eğer inançlara para harcıyorsa Türkiye'deki bütün inançlara harcama yapmalı. Üçüncüsü 1982 yılında zorunlu hale gelmiş din derslerimiz var. Bu zorunlu din derslerinin zorunluluktan çıkarılması, bütün inançlarla eşit mesafede duran bir din kültürü dersi haline dönüştürülmesi. Dördüncüsü bizim de din adamı eğitebilmemiz gerekiyor. Bütün inançların din adamı eğitebilmesi için okullar açılması lazım. Beşincisi devletin iletişim kanallarından her inanç faydalanabilmeli. Ramazan geldiğinde bütün kanallar onlara tahsis ediliyor. Altıncı maddemiz ise bizim okullarımızda piyano, flüt, mandolin, gitar müzik aleti olarak kabul ediliyor ama saz edilmiyor."

Bermek, Alevi açılımı gündeme geldiğinde aslında hiçbir şeyin vaat edilmediğini vurgulayarak sözlerine devam ediyor: "Açılımdan elde edilmiş tek somut sonuç din derslerinde Alevilik ile ilgili bilgilerin konması. Ama o bilgiler konulurken Sünni bakış açısı ile yazılmış bir kitabı ne kadar Alevilikle ilgili bilgi koyarsan koy, olmuyor. Kitabı yazanların tarafsız olması lazım." Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde (AİHM) zorunlu din dersinin müfredatının değiştirilmesi, zorunluluğun kaldırılması ve cemevlerinin elektrik parasının ödenmesi davalarını kazanmalarına rağmen devletin bu kararlara uymadığının altını çizen Bermek kızgın bir ses tonuyla, "Bunları yapmayan devletten ben ne isteyeyim" diyor.

Bermek'e “Devlet kendi Alevi'sini mi oluşturmak istiyor” diye soruyoruz. Bermek yanıtında "Türkiye'de devlet, devlet olduğundan beri kendi Sünni'sini ve kendi Alevi'sini yaratmaya çalışmıştır. Adnan Menderes de, Süleyman Demirel de kendi Alevi'sini yaratmaya çalışıyordu. Son 50 yıldır devlet kendi Alevi'sini yaratma derdi içindedir" ifadelerine yer veriyor.

"Cemevlerine yasal statü verilmemesi en büyük problemimiz"

Cemevlerinde elektrik ve su devlet tarafından karşılanmıyor.
Dede Eren Yıldırım ile konuşmaya başladığımızda bize öncelikle cemevlerine yasal statünün verilmesinin neden önemli olduğunu anlatıyor. En büyük problemin cemevlerinin yasal statüye kavuşmamış olmasından kaynaklandığının altını çizen Yıldırım, "Cemevleri inanç merkezi olmasının yanı sıra sosyal etkinliklerin, eğitimsel faaliyetlerin olduğu bir kültür merkezidir. Cemevlerine devletten bir bütçe sağlanması gerekiyor çünkü Aleviler Türkiye Cumhuriyeti'nin vatandaşı ve vergisini ödüyorlar. Yasal statü istenmesinin amacı da zaten bu maddi imkanı sağlayabilmek" diyor. Okmeydanı Cemevi yönetimi olarak 3 aydır elektrik, su, doğalgaz faturası ödeyemediklerini belirten Yıldırım, "Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun emri doğrultusunda Şişli Belediyesi faturalarımızı ödüyor" diye konuşuyor. Alevi açılımıyla ilgili yapılan açıklamaları samimi bulmadığını dile getiren Yıldırım, AKP'nin on dört yıldır devletin başında olduğunu, açılımı gerçekleştirmek isteseydi bu süre zarfında çoktan yapmış olacağını belirtiyor. Yıldırım'a Alevilerin ne istediğini sorunca şunları söylüyor: "Biz eşit yurttaşlık istiyoruz. Sünni, Hıristiyan, Türk, Kürt, Ermeni, Laz, Çerkez kardeşimizle din, dil, ırk, renk, cinsiyet farkı gözetmeden herkesin eşit şartlarda yaşamasını istiyoruz." Yıldırım, Alevilerden ve Doğu'da katledilen Kürtler'den alınan vergilerle camiideki hocalara maaş verildiğini söylüyor. Yıldırım, Alevilere yönelik bir yozlaştırma politikası olduğuna değiniyor: "Alevileri yıldırma, asimile etme, ötekileştirme, korkutma üzerine politika yürütülüyor. Sivas'ta, Maraş'ta, Çorum'da, Gazi'de, Ankara'da, Gezi'de katledilen bizdik." Uğur Kurt'un vurulduğu yeri göstererek konuşuyor: "Kasti bir şekilde cemevinin avlusuna doğru alınan bir nişandı. Cemevinde de bir cenaze vardı. Uğur Kurt'un bugüne kadar siyasi hiçbir olayla uzaktan yakından alakası yok. O silahı doğrultmadaki amaç bizi yıllardır katlettikleri politikadan başka bir şey değil."

"Bizi yozlaştırmaya çalışıyorlar"

Alevi Kültür Derneği’nin başkanı Aydın Deniz, Alevilerin yozlaştırılmaya çalışıldığını vurguluyor. Deniz, "Dışarıdan asıl sorun cemevleri gibi gözükse de aslında daha ciddi sorunlarımız var. Aleviler yüzyıllardır yozlaştırılmaya çalışılıyor. Bundan sonra ibadethane sorunumuz geliyor" diyor. İbadetlerinin özgürce yapılabilmesini savunan Deniz, zorunlu din derslerinin de ciddi bir yozlaştırma aracı olduğunu düşünüyor. Alevi açılımı için büyük vaatlerle gelinmediğinin altını çizen Deniz, "Sadece bir talebimiz hayata geçirildi, o da istemediğimiz şekilde oldu. Sivas'ta Madımak'ın müze yapılmasını istedik. Orada mağdurların altına katillerin adını yazarak müze yaptılar. Bu bizim için utanç müzesi oldu. Talep ettiğimiz hiçbir şey aslında yapılmamış oldu" diye konuşuyor. Deniz, siyasal iktidarın kendi dilinde kendi kitlesini bütünleştirmek adına Alevilere yönelik nefret ve ötekileştirici söylemlerini ön planda tuttuğunu, dolayısıyla attıkları adımların havada kaldığını belirtiyor. Alevilerin can güvenliğinin olmadığını vurgulayan Deniz, "Ankara Emniyet Müdürlüğü 2 büyük Alevi federasyonunun başkanlarını çağırdı. 'Ülkemizde IŞİD tehdidi var. Alevilere karşı da saldırıya geçeceklermiş kendinizi koruyun' dendi. Ben bu devlete vergi veriyorum. Beni korumak zorundalar. Bu silahlanıp kendinizi koruyun demek. Silahlanıp kendimizi koruduğumuz zaman terörist yaftası yapıştırılacak. Zaten Kürtlerden sonraki asıl hedef Aleviler" diyor. Deniz, Alevilerin dönemsel olarak katledildiğini ve sindirilmeye çalışıldığının altını çiziyor. Deniz, "Benim kişisel düşüncem, Uğur Kurt yerine aslında cemevi başkanı Zeynel Şahin'in öldürülmek isteniyordu. Çünkü ortalık karışsın istiyorlardı" diyor. Son olarak şunları ekliyor Deniz: "Aleviliğin kendine özgü bir inanç olduğunu İslam'ı kabul ettiğini ama 5 şartını yerine getirmediğini kabul edemiyorlar. Çünkü Sünni Hanefi devletteyiz. Devletin Alevisi iyi Alevi olacak ama biat etmeyenler kötü ve terörist olacaklar. Şu anda bu koşullar yapılandırılmaya çalışılıyor."

Alevi örgütleri Alevilere yönelik bir baskı ve yozlaştırma politikası uygulandığı konusunda hemfikir. 
Örgütler hem baskıların son bulmasını, hem de cemevlerinin ibadethane statüsü kazanmasını istiyor. Bugüne dek tartışmalara neden olan Alevi açılımı Alevilere somut kazanımlar sağlamadı. Alevilerin hak mücadelesi ise sürüyor. 

Aynur Begüm Say - Sıla Ağgül


1980’den bugüne basının utancı ve kimliği: 3. sayfalar



Günümüzde gazetelerinin şiddet, cinayet, tecavüz haberlerinin yoğunluklu olarak yayımlandığı yerler, 3. sayfalar... Kısa, ayrıntısız ve halk arasında “ibretlik” olarak nitelendirilen haberlerin, zaman içinde “3. sayfalık” diye anılması boşuna değil. 1980'li yıllarda da haber konuları ve habere yaklaşım çok farklı değildi.

1980’lerin başında 3. sayfalarda erkek egemen söylem ve eril dilin günümüze oranla çok daha yoğun kullanılması, şiddetin meşrulaştırılması ve köpürtülmesi örneklerine sıkça rastlanıyor. Ayrıca ırkçılığın, milliyetçiliğin adeta kutsanması ve söz konusu. 

Şiddet meşru görülüyor



1980’li yıllarda bu konulara dair saptamalar yapmak için Hürriyet gazetesinin haberlerine baktığımızda özellikle medyada kadın temsili ile ilgili ciddi sorunlar olduğu görülüyor. Hürriyet gazetesinin 1 Ocak 1980 tarihinde yayımlanan bir haberinde atılan başlık ve kullanılan fotoğraf eril dil ve erkek egemen bakış açısıyla dikkat çekiyor. Haberde ayrıca şiddet adeta “köpürtülerek” daha sansasyonel hale getiriliyor. Haberin başlığında "Evli çılgın Hatice ilk aşığını ikinci aşığına öldürttü" deniyor. Fotoğraf altında büyük harflerle "Baltayla başını kesti" yazıyor. Haberde öldürülen bir kadının “çılgın” diye anılması, ilk ve ikinci denilerek bir aşıklar sıralamasına gidilerek şiddetin meşrulaştırılması göze çarpıyor. Şiddetin daha sansasyonel bir şekilde servis edilmesi için olsa gerek “Baltayla başını kesti” deniyor.

Gazetenin 2 Ocak 1980 tarihli nüshasında, göze çarpan bir haber başlığı şöyle: "İki çocuk sahibi bir hayat kadını intihar etti." Haberde kadının yerine düşünülmüş hayaller bile var: "İçindeki özlemler, güzel bir ev, mutlu bir yuva, yakışıklı bir koca. Bembeyaz bir gelinlik." Kadını mutlu edecek olanın yakışıklı bir koca ve bembeyaz bir gelinlik olduğu söyleniyor. Aile kutsanıyor, kadının mutluluğu evlilik ve kocaya indirgeniyor. Haberin devamında "Arkadaşları ev kadını olurken, o hayat kadını olmuştu" deniyor. Ev kadını ve hayat kadını ifadeleri tırnak içinde ve koyu renkle yazılmış. Belli ki kadın kelimesinin önündeki tanımlama önem taşıyor. Gazetenin okuyucuya vermek istediği mesaj "kadın dediğin evinde oturur" şeklinde. 

Sansasyonel vurgular



1980 ve sonrasındaki 3. sayfa haberlerinde öne çıkan bir diğer durum ise haberlerin şiddetinin, ölümün, saldırının bir anlamda “köpürtülmesi” ve daha sansasyonel hale getirilmesi. 6 Ocak 1980’de bir senaristin aslan saldırması sonucu ölmesi haberleştirilirken başlıkta “vahşi aslan (vahşi olmayanı varmış gibi) paramparça etti” diye veriliyor.

Bu konudaki en çarpıcı örneklerden biri 24 Şubat 1980’de bir banka soygunu esnasında soyguncunun öldürülmesi ile ilgili haber. Haberde soyguncunun elindeki silahı bir rehineye doğrulttuğu anın fotoğrafı var. Bir de soyguncunun öldükten sonraki hali sayfada yer alıyor.

İlköğretim öğrencilerinin rahatlıkla erişebildiği bir gazetede bu gibi fotoğrafların yayımlanması bugün de tartışma konusu. Ancak o dönemde gazetelerde bunun “normal” olduğuna yönelik bir ön kabul olduğu görülüyor. 

Irkçılık başrolde



Milliyetçi, ırkçı yaklaşımlar da Hürriyet’in 1980’lerin başında 3. sayfalarda sık karşılaşılan kavramlar arasında. 12 Nisan 1981’de öldürülen Türkiyeli diplomatları anmak için düzenlenen eylemin haberinde “Ermeni terörü bir kez daha lanetlendi” başlığı atılıyor. Haberde de sık sık “Ermeni terörü” ifadesine yer veriliyor. Terör eylemleri düzenleyen bir örgüt üzerinden bütün bir halkı “terörist” olmakla itham etmenin “ırkçılık” dışında bir karşılığı olmadığı ortada.

Belki de bugüne kıyasla en masumane örnekleri ise magazin haberlerinde görüyoruz. 1 Ocak 1980’de Hürriyet’in 3. sayfasında Tiyatrocu Nejat Uygur’un “izmarit toplayıp bunları içtiği” haberine yer veriliyor. Haberin detaylarına baktığımızda Uygur, “Öyle sigaralar atıyorlar ki” diyerek yere atılan sigaraların markalarını sıralıyor. İzmarit toplama işini hemen herkesin yaptığını öne sürüyor. Sigara markaları bu haberde adları kullanıldığı için Uygur ya da gazeteye reklam ücreti ödenmiş midir bilmiyoruz. Ama günümüzün viral reklamlarını andırdığı kesin. 

"Kadın" demekten kaçınılıyor

Gazetenin 10 Ocak 1980 tarihli 3. sayfasında "İstanbul'u bir kadın ısıtacak" başlıklı haberini görüyoruz. Başlık haberin cinselliği çağrıştıran bir içeriğe sahip olduğu izlenimi veriyor. Ama haberi okurken aslında kadının İstanbul ve çevresindeki yakıt sorununu çözümlemek için uğraş vereceğini anlıyoruz. Ayrıca haberin üst başlığında "Hanımları yardıma çağırdı" derken ana başlıkta hanım değil kadın ifadesi yer alıyor. Anlaşılan bir tutarlılık da söz konusu değil. Ama “kadın” kelimesinin sıklıkla kullanılmasından yana olmadıkları ortada. Haberlerde kız, genç kız, hanım ifadeleri tercih ediliyor.

"Küçük kız torun sahibi adama satıldı” başlıklı haberin tarihi ise 11 Şubat 1980. Haberde şu ifadeler yer alıyor: "Cemşit Muharhancı verdiği ifadesinde, 'Ahmet kızımı istedi, ben de verdim' derken damat adayı Ahmet Yel de, 'D. ile evlenmek istiyordum. Ancak yaşı küçük olduğu için büyümesini bekliyordum. Evimde ona hiçbir kötülük etmedim' diye konuştu." "Kızı istemek", "kızı vermek", "kızı satmak" ifadelerindeki fiillerin yalnızca eşyalar için kullanılabilir olduğunu hatırlatalım.




Eril dil ve erkek egemen bakışın bir diğer mağduru ise eşcinseller. 25 Haziran 1981’de Hürriyet’in 3. sayfasında şu başlık görülüyor. "Beyoğlu'nda yakalanan homoseksüeller feryat ediyor: 'Yaktın bizi Bülent'. Haberde "Bülent Ersoy işi bu kadar ileri götürüp homoseksüelliği reklam etmeseydi, kimsenin bizimle uğraştığı yoktu" ifadeleri yer alıyor. Hissettikleri gibi yaşayamadıkları gibi, homoseksüellerin il sınırı dışına gönderilecekleri bildiriliyor. Haberde eşcinsellere sadece “gözden uzak olunması” şartı ile yaşam hakkı tanınıyor. 

3. sayfalar kendine has özelliklerini 1980’lerden bugüne taşıyor. Hala şiddetin meşrulaştırılmasına, eril dile, erkek egemen söyleme rastladığımız 3. sayfalar, 1980’li yıllarda da farklı değildi. Ancak belli konularda ilerlemeler olduğunu da belirtmeliyiz. Tam olarak bırakılmış olmasa da eril dile karşı hassasiyetin arttığını görüyoruz. Şiddetin meşrulaştırılmasının görece biraz daha az olduğuna tanık oluyoruz. 3. sayfalar haber seçimleri, haberi veriş biçimleri ve kullandıkları dille bir gazetenin yayın politikasının kendisini en açık ettiği yer olma özelliğini taşıyor. Başta Hürriyet olmak üzere Türkiye’deki pek çok gazete ise bu konuda ne dün iyi bir sınav verdi, ne de bugün veriyor. 

20 Kasım 2015 Cuma

İngiliz Ressam Daniel Crews-Chubb: İstanbul ilham verici bir şehir


Çalışmalarında William de Kooning, Bazlits, Pablo Picasso gibi isimlerden etkilendiğini söyleyen Chubb, 'Hepsi tablolarına deneyimlerini ve doğallıklarını yansıtıyorlar' dedi.

Galerist, İngiliz Ressam Daniel Crews-Chubb’ın ilk kişisel sergisi olan “Zumbi ve Belfie”‘ye ev sahipliği yapıyor. Sergide Crews-Chubb’ın İstanbul’da ürettiği desen, resim ve duvar yerleştirmeleri yer alıyor. Sergide belirsiz bir ilişkinin içinde sıkışıp kalmış bir çift olan Zumbi ve Belfie’nin uyumu ve çatışmaları tuvale yansıtılıyor.
ÖZGÜRLÜK HİSSİ ÇALIŞMALARIMA YANSIDI
Sergiye dair sorularımızı yanıtlayan 31 yaşındaki Crews-Chubb, sergisinde İstanbul’un önemli bir yeri olduğunu söyledi. “Sergi için çalışmalarımı İstanbul’da sürdürdüm. İstanbul’da zamanım çok hızlı bir şekilde geçti. Bu süreçte kendimi özgür hissettim ve bu da çalışmalarıma yansıdı. Final parçası olan duvar çalışmamı İstanbul’da yaptım. Bu en eğlencelisiydi. Kendimi yeniden çocuk gibi hissettim. Kimi anılarım canlandı” diye konuştu.
Bazı çalışmalarını Galerist’in stüdyosunda tamamladığını belirten sanatçı, “Resimlerim üzerinde çalışırken benimle gelip konuşanlar oldu. Bazı insanlar sessizce yanımdan geçti. Bazı görüşmeler yaptım. Bunların bana hep bir şeyler kaybettireceğini düşünürdüm ama aksine fantastik oldu. Aynı zamanda galeri rahat ve özgür çalışabilmem için bana bir alan sağladı” dedi.
SOYUT KAVRAMLAR SÖMÜRÜLÜYOR
Çalışmalarında Karel Appel ve Asger Jorn’dan etkilendiğini belirten Crews-Chubb, “Bu kişilerin yanı sıra William de Kooning, George Bazlits, Pablo Picasso gibi isimlerden etkilendiğimi de söyleyebilirim. Hepsi tablolarına deneyimlerini ve doğallıklarını yansıtıyorlardı” ifadelerini kullandı. Genç ressam, “Tablolarım her zaman bir şeylerin birleşimi olarak ortaya çıkıyor. Genellikle çevremde olanlar beni etkiler ve bunlar çalışmalarıma yansır. Bu konuda İstanbul kendimi rahat hissettirdi ve şehirden ilham alarak çalışmalarımı sürdürdüm” diye konuştu.
Crews-Chubb, çalışmalarında figüratif ve soyut kavramların tekrarlanması üzerine yoğunlaştığını vurgulayarak, “Çağdaş resmin neredeyse gereksiz hale getirildiğini ve figüratif, soyut kavramların sömürülmüş olduğunu düşünüyorum” dedi.
Crews-Chubb’ın resimleri 21 Kasım’a kadar Galerist’in Tepebaşı’daki ana sergi mekanı ile Şişhane’deki proje alanı Studio’da izlenebilecek.
Haber: Sıla Ağgül - İstanbul
20 Kasım 2015'te Evrensel'de yayımlanmıştır.

18 Kasım 2015 Çarşamba

Turgut Uyar Şiir Ödülü kazanan Mert Tutucu: Nasıl yazacağımı Uyar’dan öğrendim

Fotoğraf: Sıla Ağgül
5. Turgut Uyar Şiir Ödüllerinde dereceye giren şairler ödüllerini 34. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı kapsamında düzenlenen törenle aldı. Birincilik ödülü “Ömrüm Bir Karadutun Kar Görme Heyecanıyla Geçti” dosyasıyla Mert Tutucu’ya, ikincilik ödülü “Nirvana’ya Dönüş” adlı dosyasıyla Ersan Erçelik’e, üçüncük ödülü ise “Madam Belda ve Hiç Kırıkları” dosyasıyla Güray Özçelik’e verildi.
Yarışmada birinci olan Tutucu, gazetemize yaptığı açıklamada “Turgut Uyar adına verilen bir ödülü almak benim için çok önemli. Uyar’ın yazdığı şiirlerden nasıl yazmam gerektiğini öğrendim. Hem yalnızlık konusunu işlemesi, hem toplum içine katılma isteği benim yazdığım şiirlerle paralellik oluşturuyor” dedi. Şiir yazmaya devam ettiğini belirten Tutucu,”Yeni şiirlerimi de ikinci bir kitap olarak basmayı düşünüyorum” diye konuştu.
SENNUR SEZER İÇİN SAYGI DURUŞU
Turgut Uyar Şiir Ödülleri seçici kurulunda Gonca Özmen, Gültekin Emre, Hami Çağdaş, Tarık Günersel ile birlikte yer alan ve geçtiğimiz Ekim ayında kaybettiğimiz Sennur Sezer de tören esnasında anıldı. Törende, Sezer için saygı duruşunda bulunuldu. Söz alan Sezer’in eşi Özyalçıner konuşmasında,“Nasıl ki Turgut Uyar, Cemal Süreya şiirleriyle hala bizimle oluyorsa, Sennur da şiirleriyle bizimle olacak. İkinci Yeni şiire toplumu katmışlardır. Sennur da İkinci Yeni ırmağı içinde olan bir şairdi. Gelecek kuşaklar, bu ödülü kazanan genç şairler ırmağı daha da derinleştirecek ve akışını hızlandıracak. Ödül uzun yıllar devam etsin, yeni şairler ortaya çıksın ki, ırmağa yeni sular karışsın” ifadelerine yer verdi. 
Seçici Kurul Üyesi Gonca Özmen, “Şiirin yarıştırılabilir olduğuna inanmıyorum. Ama genç şairler ve onların şiirlerinin basılması için böylesi yarışmalar çok önemli yere sahip” dedi. Özmen, Sennur Sezer’in kendisi için çok kıymetli olduğunu vurguladı. Önder, “Sennur Sezer hepimizin ablasıydı. Sesinde umut, inat, neşe, kızgınlık ve şiir vardı. İyi ki sesini bize bıraktı” dedi.
Haber: Sıla Ağgül - İstanbul
15 Kasım 2015'te Evrensel'de yayımlanmıştır.

Sahnede Fosforlu’yu canlandıran Ayça Varlıer: Cevriye kültleşecek bir rol

Fotoğraf: Sıla Ağgül
“Fosforlu” müzikalinde Fosforlu Cevriye’yi canlandıran, son olarak “Mavi Gece” filminde rol alan Ayça Varlıer, tiyatro ve sinema çalışmalarını, müzikal ve filmdeki rollerine nasıl hazırlandığını anlattı.

Ayça Varlıer, Tiyatro Kare’nin sahneye koyduğu, Serkan Üstüner’in yönettiği “Fosforlu” müzikalinde başrolde yer alıyor. Yönetmenliğini Ahmet Hoşsöyler’in üstlendiği “Mavi Gece” adlı fantastik komedi filminde de Fırat Tanış’la başrolü paylaşıyor. Varlıer’le “Fosforlu” müzikalini ve “Mavi Gece”  filmini konuştuk. 
BURUK BİR AŞK ÖYKÜSÜ
“Fosforlu”, Galata’da anasız, babasız büyüyen, hayatını fahişelik yaparak geçindirmek zorunda kalan Cevriye’nin bir devrimci ile karşılaşması ardından yaşananlar anlatılıyor. Devrimci genç sokakta hasta halde olan ve polislerden kaçan Cevriye’yi evine götürür ve iyileşene kadar ona bakar. Genç de polisten kaçmaktadır ve Cevriye daha fazla o evde kalamayacaktır. Cevriye’nin eski hayatına dönmesi ise kolay olmayacaktır çünkü aşık olmuştur. Aşık olduğu adamın polislerden kurtulması için onun da yapacakları vardır. 
Bir yönüyle politik olan oyunda devrimci gencin yaşadığı zorluklarla ve Cevriye’nin yoksul bir kadın olarak yaşadığı baskılarla günümüzde yaşananları kıyasladığında ne görüyor Varlıer? “Fuat Derviş’in yazdıklarıyla ve günümüzde pek fark yok. Tek parti döneminde aynı şey olmuş. Bunları şimdi de yaşıyoruz, hatta daha kötü durumdayız.” Oyunun çok evrensel bir hikaye anlattığını düşünüyor Varlıer. “Biri, baskı yaşayan bir kaçak, düşünce suçlusu. Diğeri özgür ruha inanan, İstanbul’un mezarlıklarından bile yaşamayı göze alan bir kadın. İstanbul’un ta kendisi. Oyun insani değerleri anlatan, politik değerlerin de içinde olduğu buruk bir aşk öyküsü. Çok katmanlı bir hikaye.” Varlıer, oyunun ayrıca onur, şeref, namus, haysiyet gibi kavramların ne olduğunu sorguladığına değiniyor.
Suat Derviş’in 1944-1945 yıllarında tefrika edilen, 1968’de kitap olarak basılan eseri “Fosforlu Cevriye” Türkiye’nin yakından tanıdığı bir karakter. Romandan uyarlanan sinema filmlerinde önce Neriman Köksal, ardından Türkan Şoray, Cevriye karakterini canlandırmıştı. Bu büyük isimlerin daha önce Cevriye’yi oynamasının Varlıer’e tedirginlik yaşatıp yaşatmadığını soruyoruz: “Yaşamadım. Türkiye’de hep bir kıyaslama, çekişme, kim daha iyi, kim daha kötü gibi yüzeysel bir bakış açısı var maalesef. Benim hayatımda böyle bir bakış açısı olmadı hiç. Ben rol Fosforlu Cevriye olduğu için oynamak istedim. O şekilde düşünseydim, Türkan Şoray oynamış, Neriman Köksal oynamış. Devlet Tiyatrolarında Gülriz Sururi sahneye koymuş der ve vazgeçerdim.” Cevriye’nin kültleşecek bir rol olduğunu belirtiyor Varlıer. “Benden sonra da nice Fosforlu Cevriyeler olsun. Herkesin yorumu farklı. Zaten ortada bir Fosforlu var, O da Suat Derviş’in yazdığı” diyor.
Peki Varlıer role nasıl hazırlandı? Hazırlık sürecinin uzun bir zamana yayıldığını söylüyor Varlıer. “Romanı 5-6 kez okudum. Türk filmlerini izledim. Oryantal ve roman havası dersleri aldım. Cevriye’yi bulmak için, derinine inmek için uzun süre çalıştım. Varlıer, “Kolektif bir iş yaptık. Ekibimiz çok sağlamdı. Role hazırlanırken ekibimiz de çok destek oldu. Yönetmenimiz Serkan Üstüner’le aramızda çok güzel bir iletişim oldu. Oyunun dramaturgu ve yardımcı yönetmeni Cevdet Canver’in ve romanı tiyatroya uyarlayan Tuncer Cücenoğlu’nun da ciddi katkısı oldu” diye konuştu.
GALATA KÖPRÜSÜ SAHNESİNDE KORKTUM
Vizyona giren “Mavi Gece” filminde zengin bir doktor olan Emel’le taksi şoförlüğü yapan Zeki’nin ruhlarının birbirinin bedenine geçmesi ile yaşanan komik olaylar anlatılıyor. Kadın bedeninin içinde bir erkek olan Emel’i canlandıran Varlıer, filmin yönetmeninin kendisini Leyla’nın Evi oyununda izledikten sonra rolü kendisine teklif ettiğini belirtiyor. “Senaryoyu okuduğumda çok güzel yazılmış olduğunu gördüm. Emel üç boyutlu bir karakter. Bu bir durum komedisi. Dolayısıyla sahici olmak gerekiyordu” diyor Varlıer ve hazırlık sürecini anlatıyor: “Hazırlanırken gözlem yaptım. Yazılan karakter çok derinlikliydi. Senaryo çok iyi bir kılavuz oldu. Jargon, argo, tavır için erkek arkadaşımdan, reji asistanlarından, rol arkadaşım Fırat Tanış’tan yardım aldım.”
Filmi 21 günde çektiklerini kaydeden Varlıer, “Keşke 1 hafta daha vaktimiz olsaydı” dedi. Rolünü oynadıkça daha iyi anladığını söyleyen Varlıer, çekimden hemen sonra Fosforlu müzikalinin provalarına başladıklarını ancak 3 hafta kadar kafasının hâlâ Emel rolünde kalmış olduğunu söyledi. Varlıer, filmde Emel karakterinin Galata Köprüsü üzerindeki intihar girişimi sahnesinde zorlandığına değinerek esprili bir dille “Sahneyi çekmeden önce sorun olmaz diye düşündüm ama 30 metre yükseklikte Galata Köprüsü’ne oturunca ‘yusuf yusuf’ oldum” ifadelerini kullandı.
Haber: Hakan Güngör
10 Kasım 2015'te Evrensel'de yayımlanmıştır. 

21 Ekim 2015 Çarşamba

Şehir Tiyatroları’nda taşeron düzeni: Mahkeme kararına rağmen sanatçı işe alınmıyor

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları oyuncusu  ve Oyuncular Sendikası üyesi Özgürefe Özyeşilpınar’ın, işten çıkartılması ve kesinleşmiş mahkeme kararına rağmen işe iadesinin yapılmaması ile ilgili olarak bugün  Oyuncular Sendikası ofisinde bir basın toplantısı yapıldı. Açıklama esnasında Özyeşilpınar’ın yanı sıra Orhan Alkaya, Iraz Yöntem, Meltem Cumbul ve avukat Sera Kadıgil hazır bulundu.
Özyeşilpınar, 2006 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nda başladığı oyunculuk görevini 2013 yılına kadar sürdürdü. 10 ayrı oyunda oyuncu, 8 ayrı oyunda ise yönetmen yardımcılığı yaptı. Ancak 19-Aralık-2013’te Fareli Köyün Kavalcısı oyununda “kese’’ yerine ‘‘ kutu ‘‘ dediği iddiası ile çalıştırılmakta olduğu usulsüz taşeron sisteminin işverene sağladığı nimetlerden faydalanılarak haksız şekilde işine son verildi. 
SÖZLER VERİLİRKEN ‘İSTİFA ETMİŞ’ GÖSTERİLDİ
Oyuncular Sendikası, olayı Tiyatro Müdürü Salih Efiloğlu ve dönemin Genel Sanat Yönetmeni Hilmi Zafer Şahin ile görüştü. Kurum yetkilileri sanatçının görevden alınmayacağı yönünde sendikaya türlü sözler verdi ancak bu görüşmeler devam ederken Özyeşilpınar’ın “istifa etmiş” gösterilerek kurumla ilişiğinin kesildiği fark edildi. 
Bunun üzerine sendikanın açtığı işe iade davası kazanıldı. İstanbul 12. İş Mahkemesi sanatçının başından beri İstanbul Büyükşehir Belediyesi çalışanı olduğunu, taşeron iş ilişkisinin geçersiz olduğunu ve derhal işe iade edilmesi gerektiğine hükmetti. 
YAZICIOĞLU YÖNETİMDEN RED KARARI ALDI
Karardan sonraki gelişmeleri ise Oyuncular Sendikası şu şekilde aktardı; “Özgürefe Özyeşilpınar’ın kuruma geri alınacağı yönünde çeşitli sözler veren İstanbul Büyükşehir Belediyesi Yönetimi kararın kesinleşmesinden sonra dahi oyalama politikasını sürdürmüş, ancak yasal sürenin sonunda işe iade yapılmayacağını bildirmiştir. Olayın ardından göreve gelen kurumun mevcut Genel Sanat Yönetmeni Sn. Erhan Yazıcıoğlu ise üyemizin geri alımı için elinden gelen çabayı göstermiş ancak idarenin olumsuz tutumu nedeni ile bu girişimlerden de ne yazık ki bir sonuç alınamamıştır.”
KURUM TİYATROLARINDA TAŞERON DAVALAR İÇİN EMSAL 
Oyuncular Sendikası İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları İdari Yönetimi kesinleşmiş mahkeme kararına karşın Özgürefe Özyeşilpınar’ı işe geri almadığı gibi mahkemenin hükmettiği tazminatları da ödemeyerek kesinleşmiş yargı kararlarını hiçe saydığını, maddi ve manevi olarak zor durumda bulunan üyelerinin durumunu gün geçtikçe ağırlaştığını vurguladı. 
Özgürefe Özyeşilpınar’ın sürdürdüğü hukuk mücadelesinin, bugün birçok kurum tiyatrosunda usulsüz şekilde taşeron şirketler üzerinden istihdam edilen oyuncular ve teknik personel için emsal niteliğinde olduğunu belirten Oyuncular Sendikası,  “İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları gibi yüz yıllık bir kurumun saygınlığına gölge düşüren İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni kınıyor, taşeron işçiliğe karşı Oyuncular Sendikası olarak başlatmış bulunduğumuz hukuk mücadelemizi üyemiz olsun olmasın tüm sanat emekçileri adına her alanda sürdüreceğimizi saygılarımızla bildiriyoruz” dedi
‘TİYATROCULARI SIFIRLAYAMAYACAKSINIZ’
Özgürefe Özyeşilpınar konuşmasına “Ülke gündemi bu kadar kana bulanmış, bu kadar kan ağlarken yürekler; bu hukuksuz, kanunsuz, haksız ve insaniyet yoksunu uygulama hakkında düzenlemek zorunda kaldığımız basın toplantısı için öncelikle tüm kamuoyundan özür diliyorum” diyerek başladı. 
Gezi direnişine katıldığı için hedef gösterilen Oyuncular Sendikası Kurucu Başkanı Memet Ali Alabora, yer almış olduğu Berkin Elvan videosu nedeni ile rol aldığı diziden kovulan Hamit Demir ve Şehir Tiyatroları’ndan kovulan İstanbul Şehir Tiyatrosu Sanatçıları Derneği (İSTİŞAN) Başkanı Levent Üzümcü gibi isimlerin uğradığı baskıları da hatırlatarak “Üzerine basa basa, altını kalın bir kalemle çizerek şu kadarını söyleyebilirim ki; alnım ak, vicdanım rahat. Çünkü ne mesleğime, ne oynadığım oyuna, ne de o sürede oynamakta bulunduğum yüz yıllık kuruma ihanet edecek bir şey yaptım” dedi.
Yargıtay’ın onadığı kazanılmış kanuni ve maddi hakları olduğunun altını çizen Özyeşilpınar, “Belki çocukluk idealimiz olarak seçtiğimiz ve aşkla yaptığımız işimizden, kutsal saydığımız sahnemizden, aidiyet duygusuyla sarıldığımız dostumuz, arkadaşımız ve hatta seyircimizden uzaklaştırabilirsiniz bizi, bir süre de olsa. Borç batağında debeletip, açlıkla da sınayabilirsiniz elbet. Lakin asla sıfırlayamazsınız” ifadelerini kullandı. Başta Orhan Alkaya olmak üzere kendisine destek olan avukat Sera Kadıgil, İSTİŞAN Yönetim Kurulu’na, Oyuncular Sendikası’na ve dostlarına teşekkür eden Özyeşilpınar “Hatırlatmak isterim ki; Kişiler gider, kurumlar kalır” dedi. 
 “GEZİ’DE YER ALANLARIN İSİMLERİ ELİMDE DENDİ”
Evrensel Gazetesine açıklamalarda bulunan Özyeşilpınar, Dönemin Genel Sanat Yönetmeni Hilmi Zafer Şahin’in “Yazışmalarınıza dikkat edin. Sanal ortamlardaki paylaşımlarınıza dikkat edin, Gezi sürecinde yer alanların listesi elimde” dediğini, ardından da işten çıkarıldığını söyleyen Özyeşilpınar, kırgın olduğunu belirtti. Maddi sıkıntıları nedeniyle iş aramakta olduğuna değinen Özyeşilpınar, kendisine “Mahkemeyi kazansan dahi dönebileceğini mi sanıyorsun” dendiğinin altını çizerek, bundan sonraki süreçte Şehir Tiyatrolarının iyi bir seyircisi olacağını, hukuki olarak hakkını aramaya devam edeceğini ifade etti. .
Haber: (İstanbul/EVRENSEL)
Fotoğraf: Sıla Ağgül 
21 Ekim 2015'te Evrensel'de yayımlanmıştır.

16 Ekim 2015 Cuma

Aşk Yeniden: Mecburiyetten doğan aşk

Başrollerde Özge Özpirinçci ve Buğra Gülsoy var.
Birbiri ardına gelen ölüm haberleri, katliamlar, acılar her ne kadar yurttaşların dikkatini siyaset arenasına çekse de, kimi zaman biraz olsun dinlenmek ve sakinleşmek herkesin ihtiyacı olabiliyor. İşte tam da böyle anlarda yardıma koşan, romantik komedi olmasıyla insanı siyasetin acımasızlığından biraz olsun uzaklaştıran Aşk Yeniden devreye giriyor. Aşk Yeniden, geçen yıl şubat ayında ekranlara gelmeye başladı. Dizi, Fox TV'de, salı günleri 20.00'de ikinci sezonuyla ekranlara geliyor.

Başrollerinde Buğra Gülsoy ve Özge Özpirinçci’nin yer aldığı dizinin yönetmenliğini Ersoy Güler yapıyor. Aşk Yeniden, insana huzur ve mutluluk veren hikayesiyle izleyicilere biraz olsun nefes alma imkanı sağlıyor. Zeynep, tüm ailesini ve sevdiklerini geride bırakıp sevgilisinin peşinden Amerika'ya gitmiştir. Ancak işler istediği gibi şekillenmemiş ve sevgilisiyle ayrılmıştır. Yaşadığı hayal kırıklıkları sonucu Türkiye'ye döndüğünde kucağında bir de bebeği vardır. Fatih ise ailesinin baskısından ve evlenmek istemediği nişanlısından uzaklaşmak için Amerika'ya gitmiş, o da Türkiye'ye dönmüş ve ailesinin evlenmesi konusundaki baskısının sürdüğünü görmüştür. Yolları kesişen Fatih ve Zeynep ailelerinin baskısından kurtulmak için anlaşma yaparak aynı evde, evli bir çift gibi yaşamaya başlar. Fatih, Zeynep'in bebeğine babalık yaparken, Zeynep de Fatih'i şirket evliliğinden kurtaracaktır. Dizi, formalite evlilik ile aynı çatı altında yaşamaya başlayan Fatih ve Zeynep’in yaşadıklarını anlatıyor. İkilinin bir arada sürdürdüğü yaşam onları zaman içinde birbirine yaklaştıracaktır.  

Özpirinçci ve Gülsoy'dan iyi oyunculuk

Dizide Özge Özpirinçci, Zeynep karakteriyle bütünleşmiş bir şekilde karşımıza çıkıyor. Rolünün üstesinden kusursuz geldiğini düşünüyorum. Zeynep, Karadenizli bir ailenin kızıdır. Özpirinçci'nin canlandırdığı karakter insana dair kaba, kibar, şaşkın, çoğu zaman arızalı halleriyle aslında bizi, bize gösteriyor. Böylece diziye yakınlaşmamızı sağlıyor. Zeynep dışarıdan her ne kadar güçlü gözükse de aslında kırılgan bir kalbe sahip bir karakter olarak yansıtılıyor.

Buğra Gülsoy'un oyunculuğuna gelirsek, adeta uzun bir süredir Fatih karakterini canlandırmayı bekliyormuş gibi denilebilir. Özge Özpiriçci ile iyi bir uyum yakalayarak izleyiciye zaman zaman bir dizi değil, gerçek bir hayatı izletiyormuş hissi yaratıyorlar. Dizide Fatih soylu bir aileden geliyor. Nerede eğitimini tamamlayacağından kiminle evleneceğine kadar hemen her şeye ailesi karar veriyor. Fatih ise kendi ayaklarının üzerinde durmak ve kendi kararlarını kendi vermek istiyor. Amerika'da yaşadığı kimi talihsiz olaylar sonucu memleketine dönmeye karar veriyor. Türkiye'ye dönerken uçakta Zeynep'le karşılaşıyor ve ilk görüşte ona aşık oluyor.

"Aşk Yeniden"in ilk sezonunda Zeynep ve Fatih ailelerinden gerçeği saklayarak yaşamlarını sürüyorlar. İkinci sezonda ise aslında evli olmadıklarını ve Fatih'in Selim'in babası olmadığını itiraf ediyorlar. Bu durum hem Fatih'in ailesinde, hem Zeynep'in ailesinde sorunlara yol açıyor.İkinci sezon tıpkı ilk sezonda olduğu gibi izleyiciyi güldürüyor, eğlendiriyor.

Gereğinden uzun sahneler

Dizideki temel sorunlardan birinin reklam zamanlamasının doğru seçilmemesinden kaynaklandığını düşünüyorum. Olmadık bir anda, örneğin sıradan bir diyaloğun orta yerinde reklama gidilmesi, reklam dönüşü izleyicinin dikkatini dağıttığı gibi, diyaloğun başına dair ayrıntıları da unutmasına neden olabiliyor. 

Dizi yaklaşık iki saat sürüyor. Uzun dizi süreleri özellikle çalışma saatleri ve sağlıklı olmayan set koşulları ile gündeme geliyor ve yerli dizilerin çoğu için bununla ilgili eleştiriler yöneltiliyor. "Aşk Yeniden"de de görülen bu uzun süre konusu, izleyicinin diziyi takibini zorlaştırıyor. Kimi zamanlar bazı sahnelerin gereğinden fazla uzatıldığı görülüyor. Bunun yanında, dizi başladığı ilk günlerden beri büyük bir kitle tarafından izleniyor ve reyting ölçümlerine göre yayınlandığı günlerde ilk üç diziden biri olmayı başarıyor.